Bu dönemin geldiği eşik noktası itibarıyla bu yeni dini anlayışın aslında bir içe kapanış ve geriye gidişin başlangıcı olarak gören Ahmet Yaşar Ocak konuya şöyle yaklaşmaktadır;
‘’ Osmanlı halife-sultan’ı ,zıllullah fi’l arz olarak bütün Müslümanların tabii metbuu ve hamisidir. Artık o kendini bütün İslam âleminden sorumlu görmektedir; bunun içinde hedefi nizam-ı âlem’dir. Nizam-ı âlem idealinin ana niteliği ise, mükemmelliğine inanılan bu nizamın olabildiğince bozulmadan korunması bir başka ifadeyle değişmezliktir. Bu nizamın ihlali, hem mükemmelin hem de kutsalın ihlali olacaktı. Osmanlı çözülmesi ve gerilemesiyle ilgili pek çok meselenin çözüm sırrı da büyük ölçüde bu noktada gizlidir ve özellikle bizim açımızdan Osmanlı resmi ideolojisine muhalefet problemi de tam bu noktada ortaya çıkıyor. O zamana kadar her türlü değişime, senteze açık Osmanlı resmi ideolojisi kendini artık her türlü yeni alış verişlere, yeni sentezlere, yeni değişimlere sıkı sıkıya kapatma yoluna girdiği; bu yüzden de ister istemez belli ölçüde hoşgörüsüz ve katı bir hale geldiği noktadır.’’
XVI. yüzyıl özellikle Kanuni Sultan Süleyman dönemi, Osmanlı resmi ideolojisinde meydana gelen, belirtmeye çalıştığımız değişimler sonucu, değişik çevrelerce oluşturulan, değişik nitelikli yoğun muhalefet hareketlerinin ortaya çıktığı bir dönem olarak Osmanlı tarihinde dikkati çekiyor. Bu dönemde artık Osmanlı merkezi yönetimi, kısmen Safevi propagandası gibi bir takım faktörlerinde etkisiyle, kendi mevcudiyeti için tehlikeli gördüğü her kıpırdanışı, zendeka ve ilhad yahut Rafızîlik ithamlarıyla karşılayacak ve kendisini bu iki mekanizma ile savunacaktır .
Bu içe kapanık düşüncenin başlamasında etkisi olabilecek bir diğer faktörde, Mısır’dan getirilen Aşari ekolünden din adamlarının genel dini yaklaşımları daha önceki gelişmeye açık Maturidi çizgiye göre bir farklılık göstermesidir. Dini taassubun artmasına neden olan bu fikri hareketlerin etkisiyle pozitif ilimlere olan ilginin azalmaya başlaması da ileriki dönemlerde din devlet ilişkilerinde başka bir ilginç boyuta ulaşmış ve Şeyhülislam fetvasıyla Takiyüddin Rasathanesi topa tutularak yıkılmıştır (1580). Bundan sonra böyle bir tesise kavuşmak için Osmanlılar 288 yıl beklemek zorunda kalacaklardır. Bu tesis zamanında Avrupa’daki rakibinden bile daha kesin tespitler yapabilecek kapasiteye ulaşmışken İstanbul’daki veba salgını ve kuyruklu yıldızın görülmesi bahane edilmiş, uğursuzluk sayılarak yıkılmasına fetva verilmiştir. Bu aynı zaman da ulemanın ve ilmi açıdan da Osmanlı’nın kaybettiği pozisyonunu göstermeye yetmektedir.
Yavuz sultan Dönemi’nde ‘’Devlet İslamı’’ ile ‘’Ulema İslamı’’ devletin bekası için yeni bir tehdide karşı tam bir dayanışma içinde olmuştur. Şah İsmail’in devletin doğu sınırında tamamen Şiileştirdiği İran’ın Anadolu Türkmenleri üzerindeki etkisi üzerine, Devlet anında refleks göstererek bu heterdoks gruplar üzerindeki baskıyı artırmıştır. Daha önceki dönemlerde gazayla uğraşan ve ehl-i küfre karşı mücadele eden Osmanlılara karşı, Türk Beylikleri’nin başkaldırısı ve saldırıları nasıl kafirlik ve Müslümanları arkadan vurmak olarak değerlendirildiyse Şah İsmail’inde Kızılbaşlık telkinleri de aynı tepkiyle karşılanmıştır. Birçok araştırmacıların siyasi yorumunun aksine Osmanlının yapmak istediği Kızılbaşları ve buna inanan Türkmenleri ezmek değildir. Osmanlı’nın ezmek istediği kendi devletine tehdit teşkil eden ve meydan okuyan Şah İsmail ve onun Safevi Devleti’dir. Osmanlı Devleti ve Sultanı,esas itibarıyla onların neye inandığından çok ne yapmak istedikleriyle ilgilidir. Çünkü hiçbir yerde hatta fethedilen yeni topraklarda dahi zorla Müslümanlaştırma yoluna gitmeyen ve devlet açısından tehdit oluşturmadığı sürece varlıklarını desteklediği gruplara bu baskıcı politikasını dini taassup anlayışıyla izah etmek imkânsızdır.
VII.TANZİMAT SONRASI DÖNEM
17.yüzyılın ortasından sonuna kadarki dönemde, devletin dinin hizmetinde olduğunun ilan edilmesine paralele olarak, devlet gücü, keyfilik ve İslami ilkelerin üstü kapalı olarak ihlali arttı. Kadızadeler hareketi gibi köktendinci hareketler ,devletin dinin koruyuculuğu görevini yerine getirmekteki yetersizliğini ve dinin temel ilkelerini çiğnemesine karşı bir tepkiydi. Zaman geçtikçe ifta(din konusunda görüş) ile kaza(hukuki görüş) arasındaki fark silinmeye başladı ve 1836-37’de büsbütün kalkarak kazasker şeyhülislamın emrine girdi.
Bu gelişmelerin tamamı devletin gücünün azaldığı dönemlerde taassup ve baskının artmasına örnek teşkil etmesi açısından son derece önemlidir.
Buna rağmen, Osmanlı Devleti’nin eski gücünün çok gerisinde olduğu dönemlerde dahi hükümdarın iktidarı mutlak ve daima haklı olduğu inancı tamdı. Yumuşak başlı şeyhülislamların fetvası da, gerektiğinde, dini meşruiyeti sağlamak için kolaylıkla temin edilebilirdi. Yani imparatorluk bürokrasisi devletin bekası için gerekli her türlü reformu yapabilirdi.Fakat yenileşme ve batılılaşma fikrinin hâkim olduğu bu dönemde artık devletin kanunlarını dini açıdan yasallaştıran Şeyhülislamlık yenileşmenin önünde bir engel olarak görülmeye başlanmış ve yenileşmeye karşı çıkan şeyhülislamlar görevinden alınmıştır. Bu dönemden sonra din yenileşmenin önünde bir engel olarak görülmeye başlanmıştır çünkü artık devlet açısından işler iyi gitmemektedir. II. Abdülhamit dönemine geldiğinde gücünden çok şey yitirmiş Osmanlı Devleti açısından tekrar Halifelik önem kazanmıştır. Kimilerinin Panislamizm demesine rağmen Ahmet Yaşar Ocağın Halifetizm dediği bu dönemde Hilafet bir siyasi güç olarak çok yoğun olarak kullanılmıştır. Bu dönemde bir hukuk adamı Cevdet Paşa; ’’Müslüman olan kim varsa Osmanlı Sultanı halifenin emirlerine itaat etmelidir.’’ diyerek tüm dünya Müslümanlarından emperyalistlere karşı sultanın arkasında toplanmayı vaaz etmektedir.
Bu dönem hilafetin çok ön plana çıkartılarak kullanılmasının ana fikride bilhassa II.Abdülhamid’in hem hanedanın ve kendi otoritesinin hem de devletin birliğini korumada hilafetin ve İslamiyet’in çok önemli bir etkisinin olacağını düşünmesidir.Bununla birlikte, II.Abdülhamid, bürokrasiyi siyasetten uzak tutmaya çalışmış ve birçok gericilik suçlamalarına karşı dini düzenin yargı üzerindeki nüfuzunu kaldırmak için bir çok yeni müesseseler kurarak bu yönde çalışmalar yapmıştır.Bunlardan Mekteb-i Nüvvab diye bilinen okulları büyüterek ve eğitim sistemini geliştirerek modern eğitimli hâkimler oluşmasını tasarlamıştır.
II.Abdülhamid, batılıların ön yargılı eleştirilerinin aksine ,politikalarında İslami kullanması gericilik anlayışından değil İslam’ın erdemi yücelten ve düşünce özgürlüğüne saygı gösteren ,hoş görülü olduğunu düşündüğü yapısındandır ve bunun için Osmanlı sınırlarında huzur içinde yaşayan bir çok etnik grubu ve devletin en üst makamlarına ulaşmış birçok üst düzey gayri Müslim bürokratı örnek olarak gösterir.
Ayrıca Abdülhamid’e göre geçmiş başarılı dönemler İslam’ın ilerlemeye ve bilime açık olduğunun kanıtı şeklindedir. Bilhassa eğitim görmüş Avrupalıların Müslüman olmalarını İslam dininin bir üstünlüğü saymış 1887 de Osmanlı Devleti’nde seyahat ederken Müslüman olan Abdullah William’ı (Henry William) ‘’şeyh’’unvanıyla onurlandırmış Wiiliam’da İslami İngiltere’de tanıtmaya çalışarak İngiltere’nin Sudan’ı işgalini eleştirmiştir.
Sultan Abdülhamid, İslami kaderciliği kabul etmez ve Peygamberin ’’Allah ulu ve esirgeyicidir, fakat O insanların günlük sorunlarıyla uğraşmaz’’ dediğini belirterek çalışmanın ve gelişmenin şart olduğunu dile getirmiş ve Hıristiyanların bunu yaptığını örnek göstermiştir.
Bu yönleriyle Sultan Abdülhamid döneminde ilmi açıdan meydana gelen birçok yeniliği bu fikrine bağlamak mümkündür. Dönemin ulemasının batı eğitimi yapan okulları ‘’milleti gâvurlaştırıyorlar ‘’ diyerek eleştirmesine şiddetle karşı çıkar. Bununla birlikte, Avrupalı Hıristiyan liderlerin hoşgörülü, aydın ve medeni olduklarını iddia etmelerine rağmen İslam dünyasına karşı önyargılı ve düşmanca tutumlarını Osmanlı Devleti sınırlarındaki organize ettikleri birçok kışkırtma hareketlerini örnek vererek ispata çalışmıştır. İslam’a olan bu büyük saygısına rağmen din adamlarının politikaya müdahalesine kesinlikle müsaade etmemiş ve yoğun suçlamalara rağmen teokrasiyi çağrıştıracak hiçbir fikri sahip olmamıştır. İslamcılığı bir ideolojiliye dönüştürmesindeki ana gaye ise tüm zamanlardaki Osmanlı politikalarında görüldüğü ve örtüştüğü gibi devletin bekasını korumak için devlet-i ebed müddetin devamını sağlamaya çalışmaktan ibarettir.
DEVAMI YARIN VE SONUÇ: