2013-01-15 16:32:06

Osmanlı’da din ve devlet ilişkileri (7)

15 Ocak 2013, 16:32

VI. YAVUZ SULTAN SELİM DÖNEMİ

Osmanlı Devleti’nin bir ‘’halife-padişahlığı’’ haline gelmesi, kuruluşundan ancak iki yüzyıl sonra olmuştur. İstanbul’un alınışı ile Osmanlı devleti, birçok dini ve milleti bünyesinde barındıran bir İmparatorluk haline geldikten sonra hükmü altına aldığı milletleri zorla Müslümanlaştırmadığı için din ayrımı (Katolik cemaati, Ortodoks cemaati, Yahudi cemaati) kavramları siyasal terminolojide daima yaşamıştır. Bu durum, Hıristiyan devletlere Osmanlı rejiminin dinsel bir rejim olduğu sanısı vermiştir ki bu, gerçeğin tam tersini yansıtır. Çünkü gerçek bir dinsel rejimde devletin dininden başka bir dine tanınma hakkı verilmez. Hıristiyanların egemen olduğu ülkelerde sadece Müslüman ve Yahudilere değil hatta oralardaki Hıristiyanlığın başka kollarına dahi tanınma hakkı sağlanmamıştır.Bununla beraber, Mısır’ın fethiyle beraber Osmanlı’da birçok değişikliği bir arada görmek mümkündür. Artık Osmanlı sultanları halife olarak ayrı bir dini otorite olmuşlardır. Ancak bu kimlik onları şeyhülislam yerine dini kararlar veren bir makama ulaştırmadığı gibi kendilerini ‘’Hadümül Haremeyn’’ diyerek İslam’ın hizmet karı olarak değerlendirmişler ancak en üst otorite olmaya da devam etmişlerdir.

Osmanlı öncesi İslam Devletleri halifeleriyle Osmanlı halifeleri arasında çok büyük bir fark vardır. Aslında bu halifelerinde devlet başkanı sıfatları olmakla beraber liderliklerinin merkezini İslami ve ruhani yön oluşturur. Abbasi halifeleri bu ruhani ağırlığı en güçsüz oldukları hatta mahkûm oldukları anlarda bile taşımışlardır. Oysa Osmanlı Sultanlarında halife olmalarına rağmen gücün ana kaynağı siyasi ve askeridir. Her şeyden önce hep bu güç ile hükmetmişlerdir. Bu yeni makam onları bütün Müslümanların siyasi bir otorite olarak lideri yapmasına rağmen dini otoritesi yapmamıştır. Ve ileriki dönemde dünya Müslümanlarından talepleri hep bu siyasi hamlelere destek maiyetinde olmuştur. Bu özellik devletin siyasi gücünü kaybederek halifeliği bir dini simge olarak devletin birliği ve devamı için kullanan II. Abdülhamid’e kadar da devam etmiştir. Bunu belgeleyen en büyük kanıtı ise Osmanlı’da din adına konuşabilen bir makam olarak şeyhülislamlıktır.

Osmanlı'nın bu dönem icraatlarında en etkin rolü oynayan ve çok büyük bir saygınlık sağlayan ve ilmiye sınıfının başı sayılan Şeyhülislamlığın Osmanlıda hangi sebeplere dayanarak ortaya çıktığı konusunda çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Bunlarda birincisi Memluklu sultanlarının yanında Abbasi halifelerinin konumuna benzer bir şekilde dini otoriteyi temsilen kurdurulduğu fikridir. Bazı batılı araştırmacıların savunduğu bir iddia ise Bizans’ta mevcut olan Ekumenik Patrikliği örnek alınarak dini ulemanın bir otorite altında toplanabilmesi amacıyla kurulduğu fikridir. Ayrıca bir başka görüşte Osmanlı şeyhülislamlarının Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra ‘’halife’’ sıfatını kazanan padişahın dini sahaya ait vazifelerini yüklenmiş oldukları fikridir. Bütün bunlarla beraber Kanuni devrinde altın çağını yaşayan şeyhülislamlara çok büyük bir yakınlık gösterilmiş ve bu yakınlık Ebussud Efendi’ye çok büyük bir prestij sağlamıştır. Bu yakınlık oğlu II. Selim döneminde de sürmüştür. Ebussud Efendi döneminden sonra Şeyhülislamlık makamına Rumeli kazaskerleri getirilmiş ve yövmiyeleri sekiz yüz akçeye yükseltilmiştir. Bir İslam Devleti olarak Osmanlı’da Sultan’ın çıkardığı bütün kanunlarda şeri şerife uygunluk esas alınmıştır. Ancak bunun yanı sıra her din mensubunu kendi dini inancına göre yargılama hakkı tanınması ve şer-i hukukun miras ve aile hususi kalmasıyla beraber yeni fethedilen yerlerdeki geçerli kanunların da biranda yok sayılmayarak devam ettirilmesi ve ceza hukuku açısından bazı cezaların miktarlarını kendi belirlemesi yönüyle de kanun konusunda hassasiyetini asla bırakmamış ve örfi kanunları hazırlayıp buna uyulmasını sağlamıştır. Dönemin en ünlü Şeyhülislamı olan Ebussud Efendi zamanında dahi herhangi alanda kanuni bir boşluk varsa bunu kendi iradesiyle çözmeyip devlete müracaatla bu konudaki yasal boşluğun giderilmesini önermiştir. Bu örnek din ve devlet ilişkileri açısından Osmanlı’nın konumunu çok açık göstermektedir. Bütün kanunlarında şer-i şerife uygunluk arayarak Şeriat hükümleri uygulanmasını amaç edinmekle beraber kanun koyma otoritesini kendi adına kimseye devretmeyen bir devlettir Osmanlı. Ebusuud Efendi’nin şeyhülislamlığından sonra bu makamın önem ve ehemmiyeti çok artmış olmakla birlikte hiçbir zaman Divan-ı Hümayunun bir üyesi olamamışlardır. Yalnızca önemli meselelerde kendilere danışılmak üzere davet edilip görüşlerine başvurulmuştur.

Osmanlı Devleti’nin din-devlet ilişkilerini, inceleyen birçok araştırmacı ve yazar özellikle Osmanlı’nın ne tür bir devlet olduğunu adlandırmaya çalışmış, yani laik bir devlet midir? Teokratik bir devlet midir? gibi yaklaşımlarla devleti bir kalıba sokmaya çalışmışlardır.

Ancak esas mesele Devlet’in yapısını tanımlamaya çalışmaktan öte bu devlet sistemi içerisinde din ve devletin nasıl şekillendiği meselesidir. Osmanlı devlet geleneği içerisinde, İran örneğinde olduğu gibi bütün siyasi otoriteyi elinde bulunduran ve her kararı buyruk kabul edilen bir ulema teşkilatı var mıdır, yok mudur? Esas tartışılması gerekli konuda budur. Osmanlı Devlet geleneğinde Sultanın yetkilerini aşan anlamda böyle bir ulema yapılanması asla olmamıştır. Ancak kimi araştırmacılar şeyhülislamların siyaseten katl ve padişah hal'i için verdiği tüm fetvalarını onların konumlarının gücüne bir işaret olarak göstermeye çalışsallarda, bu ancak onların nezdinde dinin siyasete alet edilmesine güzel birer örnek teşkil edebilir. Yoksa böyle kararların sadece şeyhülislamlar istediği için olmadığı muhakkaktır ve bu kararlara bir nevi zorlanmış ve alınan kararları tasdike mecbur kalmışlardır. Şeyhülislamların konumu açısından bu kararların örnek gösterildiği birçok eser bu gerçekliği olayların sonucu itibarıyla da kabul etmiş durumdadırlar. Padişahların hal edilmesine sebep olan şeyhülislam fetvaları ne kadar örnek gösterilse de bunların tamamen padişah karşıtı grubun, yani yeniçeri veya diğer siyasi ve askeri grupların yönetimi ele geçirmek için dini açıdan da bir dayanak noktası elde etme çabasından başka bir şey değildir. Çünkü ulema sınıfının kendi aldığı bir kararla siyasi destek olmadan İran'daki benzerleri gibi Sultan’a açıktan karşı gelmesi söz konusu değildir. Bu konuyu İsmail Hakkı Uzunçarşılı gayet açık olarak açıklamıştır: “Bir isyan vukuunda padişah aleyhine fetva vereceği için, bilhassa idarenin zayıf zamanında kendisinden(Şeyhülislam) çekinilirdi.” Bu sözler bir gerçeği daha apaçık ortaya koymaktadır ki, Osmanlı Devleti, kuruluş ve yükseliş dönemlerinde dini açıdan daha hoşgörülü aynı zamanda seküler ve dışa açıkken idarenin zayıfladığı dönemlerde dini taassubun arttığı ve içe kapandığı gerçeğini de göstermektedir. Sultan II. Mustafa döneminde şeri ve örfi hukuk kavramındaki örf kelimesinin kaldırılması bu içe kapanma ve dini taassubu işaret eder boyuttadır.

DEVAMI YARIN…