V. FATİH SULTAN MEHMET DÖNEMİ:
Osmanlı örfi hukukunun gelişmesinde Fatih Sultan Mehmet devri kesin bir dönüm noktası olmuştur.İstanbul’un fethinden sonra mutlak bir otorite kazanmış olan Fatih imparatorluğun gerçek kurucusu olmuş ve oluşturduğu kanunnamelerle yasa ve kanun hükümdarı olmuştur. Çıkardığı kanunnameler 1451’den önceki kanunların büyük kısım itibariyle bir araya getirilmesinden ibaret olmakla birlikte Fatih’in çıkardığı kanunlar mühim yenilikler ifade eder, Şeriat karşısında sırf devlet menfaati için hükümdarın kendi iradesiyle müstakil kanunnameler çıkarması İslami esaslara değil ancak Türk-Moğol ananesine bağlanabilir. Ayrıca ‘’Bu kanunname atam ve dedem kanunudur, benim dahi kanunumdur, evlad-ı kiramım neslen ba’de neslin bununla amil olalar’’ derken kanunların örfi niteliği açısından önemli bir vurgu yapmaktadır.
Bu dönemin en önemli özelliği, Fatih dönemine kadar İslam devletlerinde var olan din-devlet birlikteliğinden dinin devlet kontrol altına alındığı din-devlet özdeşliği haline gelinmiş olmasıdır. Devlet açısından dini otorite olan Şeyhülislamlığın Bizans’taki patriklik benzeri bir yapıyla kendi bağlaması ve ’Zıllullah fi’l arz’’ olarak kendisine Allah’ın gölgesi dedirtmek suretiyle hükümdarlık gücünün ilahi kaynağına dikkat çekmiş, daha önceki din devlet ikizliği, devletin kontrolündeki dine yani Osmanlı İslam’ına dönüşmüştür.
Örfi hukukun devlet açısından önemi göstermesi bakımından her ne kadar şeyhülislam ilmiye sınıfının başı olmakla beraber divan-ı hümayunda yer alamazken nişancının divan-ı hümayundaki varlığı da önemlidir. Şeriat için müftü(şeyhülislam) neyse, örfi kanunlar içinde nişancı o demektir. Bu sebeple nişancıya ‘’müft-i kanun’’ denilmiştir.
Bu kanunnamelerde üzerinde en çok tartışma olan madde kardeş katline dair olandır, bu bakımdan incelenmeye değerdir. Daha I.Beyazıt, Kosova Harbi devam ederken kardeşi Yakup’u bir iç savaşı önlemek için vezirlerinin de reyiyle idam ettirmiştir. II. Murat, kendisine karşı ayaklanan ve Karamanoğlu ve Bizans ‘la hareket eden kardeşi Mustafa’yı yakalayıp idam ettirmiştir. Bizans Tarihçisi Dukas, bu münasebetle Osmanlı’da kardeş katlinin bir adet olduğunu işaret eder. Ancak Fatih’e kadar ki dönemde isyana kalkışmadan idam edilen bir şehzade yoktur ve ilk olarak çocuk yaşta bir şehzade, Fatih’in küçük kardeşi Ahmet ortadan kaldırılmıştır. O,bu eski teamülü kanunnamesinde ’Karındaşların nizam-ı âlem için katl etmek münasibdir, ekser ulema dahi tecviz etmiştir.’ formülü ile ifade etmiştir.
Ayrıca Fatih koyduğu kanunların ilerde ıslah edilip geliştirilebileceğini ifade ettiği; “Bu kadar ahval-ı saltanata nizam verildi, şimdiden sonra gelen evlad-ı kiramımda dahi islahına sa’y etsinler’’ sözleri hukuk görüşü bakımından önemle belirtmeğe değer bir noktadır. Devletin gerektiğinde yeni kanunlarla geliştirilmesini kendinden sonra gelecek padişahlara vasiyet etmektedir.
Fatih döneminin Şer-i ve Örf-i kanun anlayışını göstermesi bakımından bu dönemde mühim devlet hizmetlerinde bulunmuş Tursun Bey’in görüşleri önemlidir;
‘’Tedbir ‘’hikmet’’esasına göre olursa ona ‘’siyaset-i ilahi’’ denir, onu peygamber koymuş olup Şeriattan ibarettir. Tedbir, ancak akıl esasına dayanırsa’’siyaset-i sultani’’ ve yasag-ı padişah derler ki, urefamızca ona örf derler’’.Cengizhan yasası gibi. Her iki nevi tedbir de bir padişahın vücuduna bağlıdır. Hatta denilebilir ki, birincisi, Şeriatı koyan her zaman hazır olmasa bile olur. Zira ‘’vaz-ı ilahi mesela din-i İslam’’kıyamete kadar âlemin maddi ve manevi düzeninin sağlamaya yeter. Fakat her devirde bir Padişah mutlaka lazımdır. Zira padişah olmazsa insanlar gerektiği şekilde yaşayamazlar, belki tamamıyla mahvolurlar ve nizam kalmaz. Eşkıyalar arasında dahi bir şahıs sivrilip hüküm ve emrini yürütmezse, o toplum dağılmaya mahkûmdur. Bunun gibi ‘’mülk-i bi adl payidar olmaz.’’(Adaletsiz devlet var olamaz)’’
O devirde belirtilen bu görüş kanun anlayışı ve adalet açısından Padişahın konumu belgeler niteliktedir. Fatih zamanında örfi-sultani hukuk büyük bir inkişafa mazhar olmuştur. Şeri’at hususi hukukta hâkim kalmıştır. Devlet’in merkezileşme açısından doruk noktasına ulaştığı bu dönemde artık imparatorluk mertebesine ulaşan ve Roma tahtının varisi olarak kendine Sezar diyen Fatih Sultan Mehmet artık Zıllullah fi’l arz’’dır.Allah’ın gölgesi denen bir sultanın artık her açıdan gücün tek ve mutlak hâkimidir. Bu sebepledir ki devlet açısından en radikal merkezileşme süreci bu dönem de gözükmekte ve Kanun-i Ali Osman ile daha önce devletin bekası açısından sürekli başvurulan ancak ilk defa hiçbir sebebe dayanmaksızın müsaadesine izin verilen kardeş katlinin Nizam-ı âlem için uygun görüldüğü dönem başlamıştır. Bu dönem aynı zamanda merkezileşme açısından daha önce engel olduğu düşünülen bütün engellerin ortadan kaldırılması sürecinin de başlangıcıdır.
Bu yıllarda ilk defa devşirme sadrazamlar dönemi başlamış ve Türkmen Çandarlı vezir ailesi sadrazamlıktan el çektirilmiştir. Bunun başka nedenleri olması yanında merkezi teşkilatın perçinlenmesi açısından son derece önemli bir karardır. Birçok tarih araştırmacısı tarafından epey eleştiri almış olmakla beraber merkezi bir teşkilat açısından muazzam bir sistem olan devşirme ve Enderun sistemi bu dönemde doruk seviyesine ulaşmaktadır. Daha önceki beylikler dönemindeki beylik mücadeleleri ve Türk örf-i hukukundan gelen devletin kardeşler arasındaki taksimi gibi birçok konu devletin geleceği açısından ciddi tehdit oluşturmuştur. Buna karşı devletten başka hayatta hiçbir kimsesi olmayan bu devşirmelerin var olma sebepleri ve tek varlığı olan devleti ilelebet yaşatmak için ellerinden geleni yapmaya çalışmaları ve kayıtsız şartsız hizmet etmeleri gerçekten de iyi düşünülmüş bir sistemdir. Kişilerden çok sistemi öne çıkarmaya çalışan bu Osmanlı merkezileşme harekâtı, bu sistemi korumak ve devam ettirmek için ‘’şer-i maslahat değildir ulul emre itaat gerekir ve öyle hareket lazımdır.’’ (Şeriata uygun değildir ancak devletin yüce emirlerine itaat gerekir ve öyle hareket edilmelidir.) diyebilen din adamlarına ihtiyaç duymuş ve bunlarda devletin güçlü olduğu durumlarda sürekli bu kararlara uymuş ve bu fetvaları vermişlerdir. Ayrıca Osmanlı Devleti ve sultanı İslamiyet’i yaşatmak ve geliştirmek için hiçbir İslam Devletinin göstermediği çaba ve gayreti göstermekle beraber kendi otoritesini dini ulemaya asla paylaşmayarak İran örneğinde olduğu gibi bir ulema sınıfının oluşulmasına da asla müsaade etmemişlerdir. Belki bunda Türk devlet geleneği etkili olduğu kadar İslamiyet’in Sünni fıkhını kabul eden ve Hanefi olan Osmanlıların bu yönleriyle de diğer İslam ülkelerinden ayrılmalarının bir etkisi olmuştur. Çünkü Şia İran’ındaki gibi bir ruhban sınıfı Sünni Hanefi fıkhında mevcut değildir. Yani ’’İmamın vazifesi hutbe ve dua ile meşgul olmak. Padişahlığı (hâkimiyeti) sultanlara havale etmek ve dünyevi saltanatı onların eline bırakmaktır.
DEVAMI YARIN…