banner1483

Büyüklerin, alimlerin, sahabe’lerin ve evliyaların intikam almak gibi bir duygu taşımayacağını söylense de, geçmişte Malik Ejder Hazretlerinin bize ettiği beddua yüzünden iki yakamızın bir araya gelmemesini intikama bağlayanlar çıkmıyor değil.

Ama sayın Hayrettin Güngör şehrin iki yakasını bir araya getirdi, (eski adı Önsen olan İmran Kılıç köprüsü sayesinde) ona bakıyorum! Bakıyorum da, bu işin espri tarafı. Bu günlerde espri yapacak halim yok, onu kaldıracak mecalim de… En önemlisi keyfim de…

*

Çarşıda pazarda, eş dost sohbetinde, ya da iş dünyası temsilcileri ile bir araya geldiğimizde, sorulan ilk soru şu oluyor; ‘ne olacak bu memleketin hali?’

Ne varmış memleketin halindeki cevap kesmiyor karşındakini.

Memleketi, yani şahsım şehrini sahipsiz olmakla adlandırıyor insanlar.

Garibanı aynı soruyu soruyor, zengini de, esnafı da, memuru da, işçisi ve gazetecisi de…

Net cevap veren yok! Vermek isteyen de çekiniyor, aşımdan ve işimden olurum diye.

Basın dersen, susturulmak isteniyor. Yazmasınlar, yorum yapmasınlar,  görmesinler, duymasınlar, bilmesinler her şeyi. Zaten yaratılmak istenen algı son günlerde kendini o kadar çok hissettirmeye başladı ki, bir gurup kesim basın düşmanı ilan edilecek neredeyse, savaş başlatıldı bile…

*

Esnaf bize düşman mı, bürokrasi düşman cenahı arasındaki yerini aldı mı, belediye başkanları basına düşman gözüyle mi bakıyor, siyasiler kendileri gibi düşünmeyen, yazmayan, yorumlamayan basına karşı savaş mı ilan etti, ya da öyle bir algı operasyonu mu devreye konuldu, bilemiyorum.

Bilemiyoruz!

Bazıları raydan çıkmış tren gibiler…

Bazıları freni patlamış kamyon gibiler…

Bazıları alev topu gibiler ki çabuk parlıyorlar…

Bazıları öfke seliyle seni, beni boğmak isteyen iki kulaç atmasını bilmeyen deniz kurtları gibi…

Sürekli, hep ve ısrarla takipteyiz. Sanki birileri bizi gözetliyor gibi…

*

Sus diyorlar, susturmaya çalışıyorlar. Konuşmak için izin alacaksın zat-ı muhteremlerden!

Yazma diyorlar, mani olmak için çaba harcıyorlar. Gerçekler Maraş biberi gibi acı geliyor olmalı ki, bir tarafları yanıyor muhakkak!

Yorumlama, yoksa dilini keseriz diyorlar.  

Mahallenin bir delisi çıkıyor, ‘ben özgürüm, yazarım, feriştahı karışamaz!’ diklenmesiyle özgür basından yana tutum sergiliyor, ‘Hayır! Ya benimsin, ya kara toprağın’ şarkısını çalıyor, söylüyorlar.

Kılçık atmak için yazmıyorum ama gerçek şu; ağacın kurdu kendi içinde olurmuş!

Bir başka bilinen gerçek; Partilerde herkesin bir hesabı var, ama Allah’ın da bir hesabı olduğunu unutuyorlar!

*

Bize kahır, bize sitem, bize çalım çehre, bize hakaret, bize parmak sallama, bize dirsek gösterme, bize kaş göz oynatma, bize iftira, çamur…

Hayır!

Bizim bu şehri sevmeye hakkımız yokmuş gibi…

Bizim bu şehre, bu insanlara vefa borcumuz kalmamış gibi…

Bizim bu şehrin milli ve manevi değerlerinden payımızı almamışız gibi…

Bizim bu şehirden başka bir yere gidecek yerimiz varmış gibi…

Bizim bu şehirde gazetecilik yapma hakkımızı elimizden alınmak istenircesine, dayatma, ambargo ile karşı karşıya kalıyoruz!

Kimse kendi içindeki ayrık otlarını, kendi mahallesindeki çatışmayı hesaba katmıyor. Aile yangın yeri, kimileri yangını söndürmeye yeltense de, bazıları da benzin döküyor!

Birebir sohbette, açıyor ağzını, yumuyor gözünü, Allah ne verdiyse döküyor içindekini, sonra da “Aman gözünü seveyim ha, bunu yazma! ‘Of de record!’”

Korktuğunu lafı ne söylersin birader! Belli ki tedirgin, belli ki diken üstünde, belli ki içerdeki yangın odaları saracak, yakıp yıkacak her şeyi.

Madem aile deniliyor, aile içinde kimin eli kimin cebinde! Her kafadan bir ses çıkıyor, herkes kendini genel başkan yerine koyuyor, herkes kendini bulunmaz Hind kumaşı zannedip, vazgeçilmezliğini ilan ediyor!

*

Bırakın milli ve manevi değerleri, şiraze kaybolmuş şahsım şehrinde. Millet tuttuğunu öpüyor!

Döviz kuru düşecek deniliyor, itibar düşüyor, güven azalıyor, sevgi ve saygı zaten sizlere ömür, insanlık düşüyor yerlere, tutup kaldıran olmadığı gibi, herkes bir depik vurma derdinde, telaşında!

Ve herkes kendine oynuyor! Siyaseten, ticareten ikbal bekleyenler, sanki o koltuklar, o servetler babalarının malı imiş gibi davranmakta sakınca görmeyince ve hatta ısrar edince, en küçük bir eleştiri karşısında horozlanan ibibikler, aynayı kendine çevirmeyi bırakın bir tarafa, özeleştiriden bile kaçınıyorlar ısrarla!

Tamam kaçının da, nereye ve ne zamana kadar!

Hatırlatmada bulunmak isterim, kişi dostunu ve düşmanını kendi yaratır!

*

İşin bir başka ilginç, belki de acınası tuhaf tarafı, herkes bize ayar çekmeye,  gazetecilik dersi vermeye kalkışıyor. 52 senelik meslek hayatımızı boşuna geçirmişiz demek!

Onu ama beni al, onu yazma beni yaz, onu yorumlama, beni yorumla!

Memleket!

‘Ne memleketi birader, ben kendime bakarım!’ İyi tamam, bak da, bizim de bu şehre borcumuz var, onu ödemek istiyoruz.

Veresiye, taksitle, peşin ya da senetle her neyse…

Borcunu öde, ona karışan yok. Ama beni yazarak, beni yorumlayarak, beni ve ailemi pohpohlayarak öde!

Benim ilkelerim, benim basın ahlakım, benim gazeteci kırmızı çizgilerim!?

Onarı nereye koyacaksın dediğimizde, dış güçler, hainler, faiz lobileri, Fetö’cüler devreye giriyor işte!

En iyisi gazeteciliği bıraksam mı ne?

Bırakır mıyım sizce!

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol