Yüzyılın depreminde can kayıpları çok yaşandı. Rakama inanmıyorum. Ve 11 ildeki can kayıplarının sayısının da oldukça yüksek olduğunu düşünüyorum.

Düşünürken, bir yandan da şehrimi tanımaya çalışıyorum, gözlerim açık. Başımda kasket, ağzımda maske, tozdan korunmaya çalışsam da, bu şehir bizim diyorum, vazgeçemiyorum, lakin şehrimi tanımakta sıkıntı, zorluk çekiyorum. Kim veya hangi kurum neredeydi, bulamıyorum, içimden ‘Vay be!’ demekten başka bir şey de gelmiyor.

Kendi büromu, arkadaşlarımın işyerlerinin nerede olduğunu toz bulutu içinde öğrenmeye çalışıyorum. İsmetpaşa ve Bahçelievler diye bir mahalle kalmadı zaten.

*

Enkaz kaldırma çalışmaları sürüyor. Her ne kadar Büyükşehir Belediye Başkanımız bu ay sonuna kadar biteceğini söylese de, ağır hasarlı ve yıkılacak olan binaların da olduğu bir gerçek. Artık mucizeler de yaşanmayacağı için, enkaz kaldırma çalışmaları bir an önce bitmeli.

Normal zamanda, normal insanlarla normale dönmeliyiz vakit geçirilmeden. Hayat devam ediyor her haliyle.

*

İktidar veya muhalefet belediye unsurları da yavaş yavaş şehri terk etmeye başladılar. Hayır kurumları, dermekler ve vakıflar da. Kimse aç kalmadı belki ama açıkta kalanların olduğu söyleniyor hala. Ahmet Özdemir vekilim ‘yok’ diyor ama inanmayan çok!

Bazı milletvekilleri ortalıkta, sahada hiç görünmediler. Göründüler, haklarını inkâr etmeyelim ama bir bakan, sayın Cumhurbaşkanı geldiğinde, sırf aynı karede görünmek adına duruş sergilediler. Ahmet Özdemir vekilimi yine ayırıyorum, çünkü o hem basın camiası ile bir araya geldi, hem de birebir halkın içinde, depremzedelerin acısını paylaşma, dertlerini dinleme ve ortak olma noktasında sahadan ayrılmadı. Hakkını teslim etmem gerek!

Diğerleri, poz derdinde.

*

Ali Öztunç, onu zaten yazmaya, anlatmaya gerek yok. Atom karınca diyenler boşuna koymamış bu lakabı. Depremin ilk gününden itibaren sahada, merkezde kırsalda, köylerde… Arama-kurtarma çalışmalarına bizzat katılıyor, yardımların yerine ulaşması adına yerinde durmuyor, teşkilatları ile birlikte arı gibi oradan oraya koşturuyor. Yaraları sarıyor. Basın camiasına destek oluyor, arıyor, ‘Bir arzunuz, bir ihtiyacınız var mı, iyi misiniz, geçmiş olsun!’ demekten imtina etmiyor. Tebrik ediyorum.

Peki ya Cumhur ittifakının diğer milletvekili Sefer Aycan nerede? Mesaj gönderiyor ancak, bugün şu televizyon kanalındayım, şu saatte falan televizyonda canlı yayına bağlanıyorum…

Yokları oynarken, birini, birilerini arayıp ‘geçmiş olsun!’ bile dememişken, ekran kovalıyor habire.

*

Trabzon Caddesi şehrin cazibe merkezi idi. Yerle bir oldu. Şimdi şehir, esnafın en yoğun, en hareketli olduğu yer, Ulu Cami ile İş Bankası arasına sıkıştı kaldı. Ulucami önünde durun ve Kıbrıs Meydanına doğru bir bakın, vatandaş kadar araç kaynıyor. Bu bölgedeki Demokrasi Meydan dahil, herkesin uğrak verdiği, ticaretini (neredeyse yüzde 80’i cep telefonu) yaptığı, karnını doyurduğu yegâne alan.

Kaldırımlar ve dükkanların önü kebapçılarla dolu. Kebabın kokusu uzaklardan bile hissediliyor. Yiyemeyen, nefsi ve canı çeken var diyorsunuz ama yapacak bir şey yok. Nihayetinde hayat devam ediyor. Şehir normale dönecek bir şekilde. Ha böyle, ha böyle…

*

Dedim ya, şehrimi tanımakta güçlük çekiyorum. Bir ay geçti depremden bu yana, hâlâ evlerine dönmeyen, korkan, kendilerini güvenli limanlara demirleyen insanlar varken, şehir tenha, şehir ıssız. Bırakın ara sokakları, caddelerde bile akşam saatinden sonra araç ve insan bulamıyorsunuz. Yalnız hiç çıkamazsınız dışarı.

Allah muhafaza, adam vursanız, düşmanınızı kurşunlamayı düşünseniz, kimse göremeyecek, kim vurduya gidecek, faili meçhul diye kayda geçilecek ve  yaşanacak. Şehir o derecede yani.

*

Şehri tanımakta güçlük çektiğim doğru. Depremle birlikte aşını, işini kaybeden, yarına dair kaygılar taşıyan insanları da tanımakta güçlük çeker hale geldik.

Çekirdek aileden birini, birkaçını kaybetmiş insanların psikolojisini kimse anlayamaz!

Siyasetiyle, ticaretiyle bu şehir bizim desem de, bu şehri ve insanlarını anlatmaya, siyasetini, ticaretini masa üstünde yorumlamaya kafa yormak ne kadar gerekli, ne kadar inandırıcı olur bilemem de, siz en iyisi, belki de okuduğunuz, belki de bir kere daha okumaya ihtiyaç duyduğunuz KARAR GAZETESİ yazarı, şehrin deprem dahil, siyasi ve coğrafi fotoğrafını bizden daha iyi çekmeyi başaran Yıldıray OĞUR’un ‘Seher Hoca’nın oğlu nasıl katil müteahhit oldu?’ yazısını bir kere daha okuyun, siyaseten ve yerel yönetim anlamında nereden nereye geldiğimizi, evrildiğimizi bir kere daha düşünün!

Hadi!

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol