banner1451
banner1461
Öne Çıkanlar ADAYLIK BAŞVURUSUNU YAPTI İSTİHBARATIMIZIN HAFIZASI SİLİNMİŞ GAZETECİ DOĞRU VE TARAFSIZ OLMALI BASINDAN SORUMLU Menar

Bu haber kez okundu.

NE OLUR ELLERİMİ BIRAKMA BABA
 1998 doğumlu bir kızımızın yaşamış olduğu olaydan esinlenerek yazılmış olan bu öyküde, her insan kendinden bir parça bulacaktır. En kutsal kurum olan aile yapımızın sarsılmaması elbette ki aile bireyleri arasındaki bağın güçlülüğüne bağlıdır. Sevginin, şefkatin ve saygının hâkim olduğu model aile yapısı, güçlü 2023 Türkiye’sinin temelini oluşturacaktır. 

Birçoğumuz geriye dönüp baktığımızda daha çocuğumuz doğmadan onun için ne hazırlıklar yapmadık ki? Unuttuğumuz bir şey kalmasın diye sabahlara kadar yaptığımız listeyi kontrol etmedik mi? Daha o doğmadan doğacak yavrumuz için evimizde birçok değişiklikler yapmadık mı? Ona güzel bir isim vermek için kitap okuma alışkanlığımız olmadığı halde yüzlerce sayfayı gözden geçirmedik mi? Her anını görüntülemek için, belki de o güne kadar fotoğraf çekmekten, çektirmekten hoşlanmadığımız halde en iyisinden fotoğraf makinesi almadık mı? Çarşıda pazarda gezerken gördüğümüz her kıyafeti ona yakıştırarak ucuz pahalı demeden hemen almadık mı?

Doğmadan hayatımızı bu kadar değiştiren evladı vatanımıza ne kadar sabır, ne kadar şefkat ve ne kadar sevgi gösteriyoruz. Doğumuyla aile yapısını perçinleyen ve mutluluğumuzu taçlandıran bu kutsal emanete ne kadar özen gösteriyoruz?

İlk nefes alışıyla birlikte sarıp sarmaladığımız, kokladığımız, kol kanat gerdiğimiz yavrumuza adeta sağanak şeklinde sunduğumuz o yoğun sevgiyi kaç yaşına kadar sunabiliyoruz. Sizler hiç bunu düşündünüz mü? Bu sağanak şeklindeki sevginin sırrıyla büyüyen, gelişen ve ergenlik çağına giren evladı vatanlarımızla aramızdaki bu güçlü bağları on dört yaşına girdikten sonra nasıl param parça edebiliyoruz?

Artık öyle bir ruh haline bürünüyoruz ki evdeki her türlü problemin ana kaynağı evladı vatanlarımız oluyor. Evimizde yaşanan her tür olumsuzluğun artık bir suçlusu var değil mi? Kim o? Evladı vatanlarımız. Ne acı değil mi? Atanın evladı vatana düşman olması mümkün mü? Elbette mümkün değil. O halde problem ne? Çözüm ne? Metot ne? Yapmamız gereken ne? Bunun cevabını bugün hep birlikte bulacağız. Buradan çıktığımızda artık sevgimiz yine eskisi gibi ailemizin üzerine sağanak şeklinde yağacak. Evimiz rahmet bulutlarıyla kaplanacak. Bu gecenin sabahında çok muştular alacağız. Gönülden gönle uzanan mananın o sırlı, o derin yollarında ailemizle birlikte el ele yürüyeceğiz. Ne dersiniz? Yürümeye gücünüz var mı? Yüreğiniz yeter mi? Son bir gayret göstermeye var mısınız kardeşlerim? Yoksa kayıp neslin ebeveynleri olarak tarihe geçeceğiz. Unutmayın ki: Ayet-i Kerimede buyrulduğu gibi, “Servet ve oğullar, dünyâ hayâtının süsüdür; bakî kalacak olan amel-i sâlihler ise Rabbinin nezdinde hem sevapça daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.” (el-Kehf, 46) Mâl, mülk ve evlât, Hak yolunda sarf edildiğinde birer “zî-net” olurken, hevâ ve heves uğrunda şuursuzca kullanıldığında “fitne” hâline gelivermektedir.

Evet, kardeşlerim her şey ayan beyan ortada iken, yapmamız gerekenlerde asırlar öncesinden bizlere bildirilmiş iken, yapmamız gereken tek şey var, o da Rabbimizin hükümlerine uymak olacaktır.

Doğduğu ilk andan itibaren sevginin, şefkatin ve merhametin kuşattığı bir yuvada nefes almaya başlamıştı. Daima ailenin gözbebeğiydi. Annesi babası onun etrafında adeta etten bir duvar örmüşlerdi. Varları yokları biricik kızlarıydı. Onunla yatıp, onunla kalkıyorlardı.

Babası işten fırsat buldukça eve kaçar bir dakikada olsa da kızını kucaklar, onu öper, aşkım, canım kızım ve küçük prensesim diye severek hemen işine dönerdi.

Küçük Prenses bu ilgiden, bu eşsiz sevgiden o kadar mutlu olurdu ki, kendi kendine mırıldanır, anlaşılmaz sesler çıkartırdı. Sanki bir şeyler söylemek istiyordu. Âmâ duygularını bir türlü anlatamıyordu. Her akşam baba kızın bu sırlı muhabbeti devam ediyordu. Baba sabırla karşısında sanki bir genç kız varmış gibi ona anlatıyordu.

Neler anlatmıyordu ki… Onun kendilerine yüce Allah tarafından verilen en kutsal emanet, ailesini bir arada tutan, perçinleyen ve bu yuvanın en kuvvetli harcı ve babasının gözbebeği olduğunu anlatırdı. Ataya saygı, büyüklere hürmet, küçüklere sevgi göstermenin dinin ve töresinin gereği olduğunu anlatırdı. Vatan sevgisinin, vatan sevdasının yüceliğini, al bayrağın al renginde şehitler kervanını görmeyi, hilalinde varlık sebebinin sırrını çözmeyi ve yıldızına her baktığında kavimler arasında kutlu sevdaları yüklenen büyük Türk Milletinin manevi gücünün kaynağını anlamayı anlatırdı.

Küçük Prenses babasını dikkatli bir şekilde dinlerdi. Öyle sessiz dinlerdi ki, gözlerini irice açar ve o iri gözleriyle babasının gözlerinin içine bakar, gözlerini babasının gözlerinden kaçırmazdı. Bazen evet der gibi başını öne doğru eğer, evet der gibi sesler çıkartırdı. Her muhabbet baba kızı daha çok yaklaştırıyor aralarındaki manevi bağı urgana çeviriyordu.

Günler günleri kovaladı. Beşinci ayını doldurduğu günün akşamı küçük prenses yapacağını yapmıştı. Yorgun argın işinden eve doğru yola çıkan babası yolu çoktan yarılamıştı. Küçük Prenses deki anlaşılmaz değişikliği fark eden annesi sürekli onu gözlemliyordu. Kapının zilinin çalmasıyla birlikte mırıldanmaların arttığını gören annesi korkmaya, endişelenmeye başlamıştı.

Babası içeri girer girmez, Küçük Prensesin beşiğinin bulunduğu odadan yükselen sesleri, annesi babasıyla duyar duymaz birlikte odaya doğru telaşla koşmuşlardı. Küçük Prenses durmadan:

“Baba… Baba… Baba…”diyordu.

Küçük Prensesin babası işte o gün mutluluğun en yücesini tatmıştı. Hemen beşiğinden can kızını almış, öyle bir sevgiyle, öyle bir şefkatle kucaklamıştı ki, ayırana aşk olsun.

Kulağına fısıldıyordu:

“Can kızım… Aşkım… Küçük Prensesim, deyip onu öpüyordu.

 

Aylar ayları, yıllar yılları kovaladı. On ikisinden sonra küçük prenses büyüdüğünün farkına çoktan varmıştı. Artık babasıyla daha küçücükken başlayıp yıllarca yaptıkları muhabbeti de yapamaz olmuşlardı. Hem babası artık işinden bir dakika da olsa kaçıp, eve gelmez olmuştu. Artık geceleri dahi çok geç kalıyordu. Babası Küçük Prensesinden git gide uzaklaşmıştı. Babası ondan uzaklaştıkça yüreğindeki sıkıntılarda katlanarak artmıştı. Önce babası ondan uzaklaşmış, sonra kendi kendinden uzaklaşmıştı. Artık yalnızdı. Uykularında dahi huzursuzdu. Gözünü her yumduğunda kopkoyu bir karanlığın içinde kendini buluyordu. Çok korkuyordu. Korkularını paylaşamıyordu. Nice soruların cevabını arıyor, bulamıyordu. Anlatamıyordu. Soramıyordu. Hayatı dayanılmaz bir işkenceye dönmüştü. Ne olmuştu? Neden olmuştu? Bir türlü anlam veremiyordu? Çocukluğundan özlediği sevgiye, ilgiye ve şefkate o kadar muhtaçtı ki? Adeta sevgi dileniyordu. Duyduğu her güzel söz onu mutlu ediyor o sözün sahibine sonuna kadar bağlanıyordu. Sonunu bile düşünmüyordu. Düşünmek istemiyordu da.   

Yıl 2012… Mayıs ayının ilk günleriydi. Canından çok sevdiği, sürekli kendisine övücü sözler sarf eden, harçlığını bol bol kendisiyle paylaşan, her gün yeni bir kıyafet alan can arkadaşı onu evlerine davet etmişti. Bu gece bizde kalalım demişti. Demişti demesine de nasıl izin koparacaktı?

Babasına işten gelir gelmez hemen sarılmıştı. Terliğini dahi ayağına giydirmişti. Babasına bu gece arkadaşımda kalabilir miyim? Diye sormuştu. Babası ne yapacaksın? Deyip azarlamıştı. Âmâ iyice diretince git kal demişti. Git kal. Bu kal demenin bedelinin çok ağır olduğunu bilseydi acaba yine git kal der miydi babası. Alelacele çoktan hazırlamış olduğu çantasını kaptığı gibi çoktan kapıyı çarpıp çıkmıştı.

Can arkadaşının evine koşmuyor sanki uçarak gidiyordu. Can arkadaşını onu kapıda hazır nazır bir şekilde beklerken bulmuştu. İçeriye girip, üzerini değiştirerek eşofmanlarını giymişti. Az bir zaman geçince evdeki sessizliğin farkına varan Küçük Prenses ailen nerede? Diye sormuştu.

Can arkadaşı ona:

“Bizimkiler köye gitti. Bugün baş başa kalacağız” demişti.

Birlikte yemeklerini hazırlayarak güle oynaya yemişlerdi. Televizyonun karşısına geçmiş kanaldan kanala geçmişlerdi. Saatlerce bu dizi benim, şu dizi senin derken vakit gece yarısını çoktan bulmuştu.

Can arkadaşı yerinden kalkarak mutfağa gitmiş elinde bir paket açılmış bir sigara, kül tablası ve çakmakla dönmüştü. Çok şaşırmıştı. Can arkadaşından bunu hiç beklemiyordu. Yak bakalım bir tane deyip kendine uzatmıştı. İlk tepkisi olmaz demişti. Babam demişti. Babasının beşikte kendisine sevgiyle anlattıkları kulaklarında çınlamaya başlamıştı. Şaşırmıştı. Can arkadaşının yanı başındaydı, ama kendisini yapayalnız hissetmeye başlamıştı. Korkmuştu. Israrlara dayanamayarak ilk nefesi içine çoktan çekmişti. İçine çekmesiyle birlikte öyle bir öksürmeye başlamıştı ki, can arkadaşı dahi korkmuştu. Bırak içme demişti.

Can arkadaşı bir ara kaybolmuştu. Bir iki saat sonra arkadaşının elinde sigaranın alüminyum folyosu, beyaz renkli sodaya benzeyen bembeyaz renkli bir tozla geri dönmüştü. Yanına gelip oturan can arkadaşının bilmediği ne kadar çok yönlerinin olduğunu düşünüyor, düşündükçe babasının sözleri kulaklarında çınlıyor, çınladıkça yüreğindeki ailesine karşı duyduğu sevgi gittikçe artıyordu. Can arkadaşı bu arada bu bembeyaz tozu burnuna çekiyor, her çektiğinde sanki kendinden geçiyordu. Can arkadaşı yalvarıyor, ayaklarına kapanıyordu. Sende dene diyordu. Bir kez kullanmakla bir şey olmaz, bak sende kendini çok mutlu hissedeceksin diyordu. Zorladıkça zorladı. Çaresizlik içinde kıvranan Küçük Prenses alüminyum folyoda bulunan o beyaz zehri burnuna zorla da olsa çekmişti.

Yerinden hafiften doğrulmak istemiş ama yapamamıştı. Başı dönmeye başlamıştı. Kalbi nasılda öyle hızla çarpıyordu. Kendini koyu kopkoyu bir karanlığın ortasında buluvermişti. Tüm bedeni terlemeye başlamıştı. Hani her şeyi unutacaktım. Hani çok mutlu olacaktım. Hani tüm acılarım dinecekti diye haykırıyor ama sesini kendisi dahi duyamıyordu. Gözlerini açmaya çalışıyor ama açamıyordu. Çaresizdi. Şu an kimsesizdi. Şu an şeytanın tuzağının tam ortasındaydı.

Bir an her yer kapkaranlık olmuş, o karanlığın ortasında babasını görmüştü. Allah’ım bana yardım et. Allah’ım beni affet. Allah’ım bana buradan uzaklaşacak kadar güç kuvvet ver. Allah’ım tövbe. Estağfurullah…  Estağfurullah… Estağfurullah… Diyerek ağlamıştı. Son bir gayretleLa ilahe illallah Muhammed resulullah” diyerek kendini dışarı atmıştı. Evlerine doğru, annesine doğru, babasına doğru koşarken bağırıyordu. Gecenin bir yarısı boş sokaklar ”Ne olur ellerimi bırakma baba” feryadıyla yankılanmıştı.

Üst baş çamur deryası içerisinde, gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüş Küçük Prensesin eli zilde basılı kalmıştı. Babası kapıyı açıp da Küçük Prensesin halini görünce hatasını anlamıştı. Ona öyle bir sarılmıştı ki o an, onu öyle bir doyasıya öpüyordu ki o an, yer gök şahitlik ediyordu. Babası aşkım diyordu. Tatlı kızım diyordu. Küçük Prensesim diyordu. Ne oldu sana diyordu. Ne oldu sana kuzum diyordu. Küçük Prenses sadece “sakın, sakın, ne olur ellerimi bırakma baba” deyip sabaha kadar ağlamıştı.

O gece ne babası uyumuştu, ne annesi, ne de Küçük Prenses. Anne, baba ve Küçük Prenses birbirlerine sarılarak sabaha kadar ağlamışlardı. Nihayet gün ağarmış, karanlıklar aydınlığın nurunda boğulmuştu. Yaşadığı her şeyi ailesine açık açık ağlayarak anlatmıştı. Çünkü yalan konuşmamayı, anne babadan yaşadığı hiçbir kötü şeyi saklamamayı, ailenin ne demek olduğunu ve doğruluğu ona babası daha beşikteyken masal yerine anlatmıştı.

Küçük Prenses ve babası kahvaltılarını yaptıktan sonra İl Emniyet Müdürlüğüne giderek gereken görüşmeleri yapmış zor durumdaki arkadaşının da evini göstermiş, arkadaşının bu beyaz zehirden kurtarılması için polis amcalarına yalvarmıştı. Küçük Prensesin yüreğinin bu yüceliği karşısında babası onunla gurur duymuştu. O günden sonra babası bir daha Küçük Prensesini asla ihmal etmemiş, yine iş yerinden evine her öğle arasında uğrar olmuştu.

Evet, kısaca yaşanmış bir olaydan esinlenerek anlattığımız bu öyküdeki gerçekler ne acı ki çok daha vahim bir şekilde yaşanılmakta. Son yıllarda yapılan araştırmalarda 14-30 yaş arası madde bağımlısı olma riski taşımaktadır. Ortaokullara kadar kullanımı yaygınlaşan her türlü zararlı maddeyle mücadele etmek, kendi kendimizi görevli kabul ederek emniyet güçlerimize yardımcı olmak,  hem dini, hem örfi, hem insani öncelikli görevimiz olması gerekir.

Öyle bir duyarsız toplum olduk ki çok bencilleştik. Var olma nedenlerimizi yok kabul edip, günlük uğraşların peşinden koştuk. Duymaz, görmez, konuşmaz, hissetmez ve yaşamaz olduk. Yusufları kuyulara kendi ellerimizle attık. Yunusları sanal dünya denilen balığın karnına bile bile zoraki biz koyduk. Eyüpleri sokakların o soğuk kaldırımlarında kaderlerine terk ettik. Musaları kolundan tutup firavunların saraylarına bizler teslim ettik. Sonra da elimize doksan dokuzluk tespihi alıp zikredeceğimize doksan dokuz bela okuduk.

Kuyularda koyu bir karanlığın içinde kalan Yusuflara kimler el uzatarak kuyudan çıkartacak? Sanal dünyanın sanal sevdalarına vurulup, sanal sevgilerin peşinden koşarak kendi özünden uzaklaşan Yunuslara kimler rehber olacak? Sokakların soğuk kaldırımlarını, yıkılmaya yüz tutmuş virane yapıları kendilerine yurt edinen Eyüpleri kim sıcacık yuvalarına davet ederek konuk edecek? Her türlü sevgi ve şefkatten uzaklaşarak firavunlaşan zehir tacirlerinin elinde kaybolup giden Musaları kim kurtaracak?

Vakit geç olmadan ne kadar görmemezlikten gelmeye çalışsak da toplumun her kesiminin üzerine düşen görevleri insanüstü bir gayretle yapma zorunluluğu doğmuştur. İşte bu kaygı ve tasaları yüreğinde hisseden emniyet güçlerimiz sarsılmaz bir inançla çoktan yola çıktılar. Bu kutlu misyonu üstlenerek sahiplenecek olan toplumun her kesiminin desteğini ihtiyacımız var.2023 Türkiye’sinin temelinin atıldığı özellikle bugünde yüreğini ortaya koyacak olan gönüllüleri İl Emniyet Müdürlüğümüz KOM Şube Müdürlüğü, Madde Kullanımı İle Mücadele Büro Amirliği görevlilerinin sürdürdüğü “Uyuşturucu ve Madde Bağımlılığı ile Mücadele” projesine destek olmaya davet ediyorum.

Maraşlının tarihinden güç ve kuvvet alarak “Uyuşturucu ve Madde Bağımlılığı ile Mücadele” ederek kendine yakışanı yapacağına yürekten inanıyorum.

Erol YORULMAZ

 

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol