banner1482

Sanki yaz’ı yaşıyoruz. Sanki susuz yaz filmi gösterimde şu kış gününde. Ama kar’sız, ama yağmursuz, ama soğuk olmayan kış günlerinde, bu güneşli, bu sıcak hava hayra alamet değil. Kıyamet mi yaklaştı, farkında mı değiliz!

Suları idareli kullanmaya çalışıyoruz. Barajlarda su seviyesi düşmüştür eminim. Türkiye gerçeğine bakarsak, bütün illerde su sıkıntısı had safhada. Alarm veriyor, sinyal veriyor, tehlike çanları çalıyor.

Susuzluk nereye kadar. yağmur duası da işe yaramadı. Çünkü toprağı, yeşil alanları bitirdik, her yana apartmanlar diktik. Zeytin ağaçlarını katledip blok blok apartmanlar yükselttik.

Daha neyi bekliyordunuz.

Siz en iyisi sayın Dr. Coşkun Kale’nin aşağıdaki yazısını okuyun, ne dediğimi anlayacaksınız.

*

Yıl 1979, kahvaltıda "Patlıcan söğürmesi" yediğimize göre güzün sonları olmalı. Meslekte ilk aylarım. Maraş merkezdeyim.

İnsanların o vakitler sebeplerini bir türlü bilmediği, ama yıllar sonra gazetelerden öğrendiğimize göre şimdilerde dostumuz(!) olan Hafız Esad’ın gizli servisinin "Ben yaptım!" diye itiraf ettiği talihsiz Maraş Olayları. Fiziksel olarak söndürülmüş, gönüllerdeki toplumsal yangın ve onun dumanları devam ediyor. Herkesin ötekini vicdanında yargıladığı bir dönem..

Rahmetli annem ve küçük kardeşimle birlikte Orman Bölge Müdürlüğü civarında mütevazı bir evdeyiz. Geceyle gündüzün buluştuğu vakit saat dört, beş gibi. Annemin başucumda "kapı çalınıyor" dediğini işittim. Yataktan doğrulduğumda hem zil sesini, hem de demir kapının yumruklandığını duydum. "Hayırdır inşallah" diyerek uyku sersemliğiyle, annemle birlikte merdiven başına yöneldik.

"Aç!" dedi annem, yukarıdaki düğmeye bastım ve kapı açıldı. Alaca karanlıkta üç kişi; biri kısa, diğeri orta, öteki bayağı uzun. "Veteriner siz misiniz beyim?" dedi kısa olanı… Uyku mahmurluğum ve tereddütlü bakışlarımla "Evet!" dedim.

"Sizi zor bulduk, ben kendim de ziraat teknisyeniyim, düvemiz doğuramıyor! Gelebilir misin?" diye sordu.

"Nerede?" diye sorduğumda da "ÇİĞLİ!" dedi. Uyku sersemliğimi ve endişeli halimi anlamış olsa gerek ki, elini arka cebine attı ve alaca karanlıkta parlayan kocaman silahını bana uzatarak:

"Beyim bir endişen varsa silah sende dursun" dedi. Korkusuz Cumhuriyet kadını anacığımla göz göze geldik:

"Git! Bu adamlardan zarar gelmez!" der gibiydi. Kendimi toparladım:

"Koy o silahı yerine! Tereddüt falan yok. Uyku sersemliği sadece.. Bekleyin geliyorum" dedim. Giyindim, hazırlığımı tamamladım, anamın gururlu bakışlarıyla kimsenin mecbur kalmadıkça geceleri sokağa çıkmadığı bir dönemde sabahın alaca karanlığında Çiğli’ye doğru hareket ettik.

*

Yolda ben hayvanın durumunu öğrenmeye yönelik sorular sorunca, uzun boylu, iri kemikli, küskün bıyıklı yağız aşiret delikanlısı: "Boş ver sen hayvanı ağabey, sen bizi adam bilip geldin ya, isterse ölsün!" dedi. "İki saattir çalmadığımız kapı kalmadı, gelen olmadı." dedi öteki.

"Sen nerede çalışıyorsun?" dedim kendini ziraatçı olarak tanıtan ve ismini şimdilerde unuttuğum gence. "Teknik Ziraat Müdürlüğünde idim olaylardan sonra görevime son verildi." dedi.

Çiğli, "Maraş altı" dediğimiz ovada, Maraş'a yaklaşık 15 km uzaklıkta merkeze bağlı, Pazarcık sınırında, sırtı dağa dayalı, önü ovaya dönük şirin bir Alevi köyü.

Asfalttan sola, köy yoluna döndük. Birkaç yüz metre ilerlediğimizde bir iki kişi sevinçle Kürtçe bir şeyler söyleyerek bizi karşıladılar. "Kurtulmuş!" dedi, arabadakilerden biri. "Niyet güzel olunca zorlarda kolaylaşıyor" diye kendimce mırıldandım. Maraş’tan çıkıncaya dek ben düveyi nasıl doğurtacağımı düşünü- yordum. Kurtulan bendim oysa...

Ana ve yavru sağlıklı idi. Anaya oblet, yavrunun göbeğine de tentürdiyot uygulayarak, ellerimi yıkadım, çantamı toparladım, gitme istemim kahvaltı hazır diye reddedildi.

İki katlı betonarme güzel bir ev, altı pamuk dolu. Önünde traktör, beni getiren araba da buraya ait. Sürü ve arazi mevcudunu şimdi hatırlayamıyorum ama evin içi o günün Türkiye’sinde az rastlanır bir konfora sahip. Elektrik, su, buzdolabı, televizyon... Ne ararsan mevcut, gurur veriyor insana. Keşke bütün köylerimiz ve köylülerimiz 1979 yılında misafiri olduğum Çiğli'deki bu evin refah düzeyinde olsa. Sahi şimdilerde daha da meraklandım. Aradan geçen çeyrek yüzyıldan sonra Çiğli’nin kalkınmışlık(!) düzeyi ne durumda acaba?

*

Ellibeş altmış yaşlarında zayıf ama sağlıklı görünümlü, bakımlı hane reisinin köye gelmemden dolayı teşekkür ifadelerinden sonra "Buyrun beyim!" daveti ile kahvaltı sofrasına oturduk. Saymama gerek yok… Bereketli bir sofra, insan hangisinden alacağını şaşırıyor. Yerli patlıcandan yapılmış söğürme de ayrı bir lezzet...

Birden tam sağ tarafımda Atatürk portresinin altında tahminen 18-20 yaşlarında genç bir delikanlının portresi gözüme ilişti. "Bu kim?" diye sorduğumda, ev sahibinin resme bile bakmadan, kızgınlık ve acıyı tam ayırt edemediğim bir yüz ifadesi ile "Allah belasını versin! Verdi de!" dediğini duydum. Bin pişman oldum sorduğuma. Hem kahvaltıdan atıştırıyor hem de kendi kendime "Madem beddua ediyor, resmi niye asılı" diye mırıldanıyordum, ama aklım hep oradaydı.

Kahvaltıdan kalkmak üzereydik, adam benim soru sormamdaki pişmanlık ve mahcubiyetimi anlamış olsa gerek "O benim oğlum!" dedi, içini çekerek. "Siz de bu yörenin çocuğuymuşsunuz, bilirsiniz; biz Kürt’üz, ekmek ve soğanı bulunca Allah’ımıza bin şükrederdik. Devlet Kartalkaya Barajı'nı yaptı; tarla takım sulandı, bolluk bereket geldi. Ektik, biçtik, çalıştık ve zengin olduk. Her şeyimiz var görüyorsun. Ama bize bunu her kimse çok gördü. Biz okumadık ama çocuklarımız okusun dedik ve bu çocuğu okusun diye Maraş Ticaret Lisesine verdim. Bir yıl okudu, baktım kafasını karıştırıyorlar, aldım oradan Adana’ya gönderdim. Maraş Olayları olduğunda bizden habersiz olaylar için Maraş’a gelmiş ve öldürmüşler. Ocağım söndü ocağım! Hem oğluma kızgınım sözümü dinlemediği için, hem de bu olayları yapan ve yaptıranlara" dedi ağlayarak. Başsağlığı diledim.

*

Yıllar sonra Atatürk Barajı inşaatı yükselirken birilerince başlatılan terör olayları ve şehit cenazeleri bana barajları hatırlattı durdu. Dişimizden tırnağımızdan artırarak, insanımıza bolluk ve bereket getirsin diye yaptığımız barajları, birileri kan ve gözyaşı ile doldurmaya çalıştı. Bu coğrafyada suyun bedeli çok ama çok ağır. Ya kan, ya da göz yaşı! Çiğli Kartalkaya’nın, Türkiye de Atatürk Barajı’nın bedelini ağır ödedi.

Bir daha bedel ödememek dileği ile.

Not: Yukarıda okuduğunuz ve nefis bir üslup ile yazılmış yazı, sayın Dr. Mustafa Coşkun KALE’ye ait. Ben çok şey öğrendim, bilgilendim. Sizin de bazı şeyleri öğrendiğinize inanıyorum. Teşekkürler sayın Kale…

Dikkat!

Yorum yapabilmek için üye girşi yapmanız gerekmektedir. Üye değilseniz hemen üye olun.

Üye Girişi Üye Ol